Kaybettiğimiz Adalet

Kaybettiğimiz Adalet

Kaybettiğimiz Adalet 21. yüz yıl; teknolojinin yanı sıra; basının, medyanın ve özellikle sosyal medyanın silah olarak kullanıldığı, yalan haberlerin oldukça hızlı yayıldığı, icraatların değil yüksek sesle haykırmaların, kafa tutmaların ve boş lafların abartılarak konuşulduğu, paylaşıldığı bir yüzyıl olarak geçecek tarihe…

Yaşadığımız topraklar bir zamanlar adaletin zirvesi, hakkın hukukun koruyucusu, Avrupa’dan gelen seyyah ve elçilerin imrenerek baktıkları bir düzene sahipti. Ne yazık ki ecdadımızın yaptıklarının ve yaşantılarının zıddına doğru yol almakta, gün geçtikçe değerlerimizden hızla uzaklaşmaktayız. Ecdadımız; Ehl-i Sünnet itikadından taviz vermemişken bugün sünnet düşmanları ve sapkın görüşler devlet okullarından özel eğitim kurumlarına kadar her yere sızmış, özellikle eğitim sahasında gençlerin itikadını bozmakla meşguller. Aldıkları maddi desteklerle büyük reklamlar yapıp, kitapları on binlerce satan mezhepsiz yazarların sesleri çok fazla duyulmaya başladı.

Ülke Yönetmek

Eskiler söylerdi; “ülke yönetmek büyük vebal altına girmektir” diye. İşte bir üst paragrafta değindiğimiz sıkıntılar kontrol altına alınmadığı müddetçe hızla artacak, gençlerin itikadını bozmaya çalışan karanlık güçler daha da fazlasını isteyeceklerdir. Bugün oryantalistlerin tesiri altında kalan ve yanlış eğitim sisteminin müfredatından geçerek tahrif edilmiş bir tarihi öğrenenler, Osmanlı’yı ve yönetimini ağır bir şekilde eleştirmekteler. Günümüzde eleştirilen o sultanlar; “Akmayan tek bir çeşmenin bile hesabını nasıl vereceğim?”, “Bir vatandaş aç halde yattıysa hesabını nasıl vereceğim?” derdindeydiler.

Merhum Seyyid Ahmet Arvasi hocamız, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” adlı eserinde “İslam’da devlet adamı” tanımını yapmış ve önemi kadar vebalinin de büyüklüğünü dile getirmişti:

“İslam’da “devlet adamı”, kendini Allah’a ve millete adamış kimsedir. O, kendi ile ilgili hesapları olmayan bir “yaşayan şehit”tir. Şanlı Peygamberimiz: “En âdil devlet adamının dahi, İlahî huzura kelepçeli getirileceğini, hesap verdikten sonra kelepçelerinin çözüleceğini” haber vermişlerdir. Adaletin büyük sembolü haline gelen büyük Halife Hazreti Ömer, bütün hayatı boyunca, bu hadisi hatırlayarak yaşamış ve kendinden sonra “halife” yapılmak istenen oğlu Abdullah ile ilgili Sahâbi isteklerini bu sebepten kabul etmemişti…”  (Seyyid Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, s.71,72)

Günümüzde Hazreti Ömer “radıyallahu anh”ın bu hassasiyetini kaç kişi taşımakta ve kararlarını bu vebali düşünerek vermekteler. Allah-ü Teâlâ “celle celaluhu”nün razı olmadığı, olmayacağı kararları verirken bu vebalin büyüklüğü kaç yöneticinin uykularını kaçırmakta?

Vakanüvis Mustafa Naima Efendi ise eserinde, yine bu husus ile bağlantılı olarak şu çok önemli bilgileri bizlere naklediyor:

“Her devletin devam ve yaşamasına şart olan siyasettir. Bu mânada siyaset, hükümlerden ibarettir. Ahkâm (hükümler) de ya (aklî) dir, yâni hükümdarların siyasetidir, ya (şer’î) dir, yâni Kur’anı Kerimde ve Peygamberin sünnetlerinde bildirilen İlâhî hükümlerdir. Şer’î siyaset, İlâhi hükümlerdir.

İslâm hükümdarları şer’î hükümlere göre icrayı hükümet ederler. İlâhî hükümlere bağlı olarak icrayı hükümet eden hükümdarlar, Allahın inâyetiyle mansur ve iki cihanda saadete mazhar olurlar. Şeriat ahkâmına ve adâlete itibar etmeyip, kendi keyfine göre hareket ve zulüm yapanlar, Allah’ın mücâzâtına düçar olurlar. Siyâset-i mülûk denilen ahkâm-ı akliye (aklî hükümler) ise devlet umurunun zabtı raptı, mülk ve milletin nizam içinde yaşamaları için zamanın icâbatına göre ilim erbabının hazırladıkları kanunlardır. Hıristiyan hükümdarlarının ahkâm-ı ilâhiyeleri olmayıp, cemiyetlerinin yaşaması bu kanunlara riâyetle mümkündür.

Umum tarafından kabul olunmuştur ki şer’î ve aklî siyasette, müsamahaya yer yoktur. İhmal olunursa devlet nizamı bozulur, memlekette karışıklıklar çıkar ve devlet yıkılmağa doğru yol alır.” (Nâimâ Mustafa Efendi, 1.cilt, s21)

Ehl-i Sünnet ve Adalet

Fazla müsamaha yazımızın başında bahsettiğimiz sıkıntılara yol açmadı mı? Eğer biz o şanlı ecdadımızın torunları olduğumuzu iddia ediyorsak onların kırmızı çizgisine hassasiyet göstermemiz gerekiyor. Yani ilk başta Ehl-i Sünnet itikadına…

İstanbul henüz fethedilmemişken Grandük Lukas Notaras; “Konstantinopolis’te Latin serpuşu (külahı) görmektense Türk sarığını tercih ederim” demekle aslında tüm insanlığa, adaletimizin ne denli meşhur olduğunu kanıtlamış olmuyor muydu? İki buçuk asırlık bir zaman zarfında aynı topraklar hem aynı dine mensup Katolikler tarafından yakılıp, yıkıldı (1204, dördüncü Haçlı seferi) ve tacize uğradı, hem de Osmanlı’nın adaletini ve insanlığını bütün dünyaya göstermiş oldu. İşte bu adalet, insanlık, temizlik ve yönetimin kaynağı İslam’dı. Yöneticilerin Ehl-i Sünnet olmaları, kadrolarını Ehl-i Sünnet olan kişilerden kurmaları olmazsa olmazdı. Müslüman hükümdarlar, Allah-ü Teâlâ’nın “celle celaluhu” emirlerini yerine getirdikleri ve Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed “sallallahu aleyhi ve sellem”in sünnetlerine uydukları için adil bir yönetim sistemine sahiptiler.

Dünyanın herhangi bir ülkesinde, bir hak sahibine hakkı verilmez ise orada adaletten bahsedilir mi? Ya da hak etmeyen bir kişiye hak vermek… İşte yönetimin tepeden tırnağa adil olması ülkelerin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü bu hak ve hukuk meselesinde gösterilen müsamaha, kargaşaya yol açarak ülkeleri perişan etmekte, her geçen gün felakete sürüklemektedir.
Hazreti Ebubekir “radıyallahu anh” halife olduktan sonra, daha ilk hutbesinde adalete uymanın bir yönetici olarak ne denli önemli olduğunu şu sözleriyle anlatıyordu:

“Ey insanlar! Size halife oldum. Ama bu sizden daha hayırlı olduğumu göstermez. İdaremde isabetli olduğum sürece bana yardım edin. Doğruluktan ayrılırsam beni düzeltin. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İçinizde zayıf olan hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. İçinizde kuvvetli olansa, ondan başkasının hakkını alıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Bir millet Allah yolunda cihattan vazgeçerse Allah’ın gazabına uğrar perişan olur. Bir millette kötülük yaygın ve revaçta olursa Allah o milleti belaya düşürür. Allah ve resulüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Şayet bu itaatten ayrılırsam bana itaat etmeniz gerekmez.”

Hazreti Ömer “radıyallahu anh” halife olduktan sonra; “Ey nas! Ben haktan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorduğu vakit, ahaliden biri şu cevabı vermişti:

“Ya Ömer! Sen eğrilir, haktan inhiraf edersen, seni kılıcımızla doğrulturuz!” Bunun üzerine Hazreti Ömer “radıyallahu anh”; “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış! Şimdi rahatlıkla görevimi yapabilirim” diyerek şükretmişti.

Adaletin Olmadığı Yerde…

Adaletin olmadığı yerde zalimler hüküm sürer, güçlü olan haklı olur, insanlar güven içinde yaşayamaz, zayıf olan, fakir olan, gariban olan girdiği her ortamda ezilir, hor görülür, hakkı yenir ve mazlumların canı yanar. Adalet ancak; Müslümanların yaşadıkları toplumlarda yöneticilerinin Allah-ü Teâlâ korkusuyla ve Allah-ü Teâlâ’nın razı olduğu yönetimiyle insanlara ulaşır. Toplumun kendi kendisini düzeltmesini ve yöneticisini seçmesini beklemek tamamen hayal ürünüdür. Temizlik alttan yukarıya doğru değil, tepeden aşağıya doğru gerçekleşir. Daha net anlatmak gerekirse, Müslüman bir lider, yapacağı değişikliklerle toplumun raydan çıkmasını, sokaklardan ahlaksızlığın silinmesini, güvenliği, adaleti, sevgiyi, saygıyı kısa bir zamanda, sıkı bir yönetim ile sağlayabilir.

Adalet bizlere çok uzak değil fakat gün geçtikçe kaybediyoruz. Dünya hayatına bağlılık, makam mevki aşkı ve benzeri her ne varsa bizleri gerçek olandan ve olması gerekenden hızla uzaklaştırıyor. Tarihten ders çıkartacağımıza kendi tarihimizi yerden yere vuruyor, adaletin temsilcisi ecdadımızı tanımıyor, görmezden geliyoruz. Tüm bunların ardından; “vah başımıza gelenler” demek ne yazık ki kimseyi kurtaramayacak…

Allah-ü Teâlâ unuttuğumuz adalete tekrar kavuşmamızı nasip eder inşâallah…

Yazan - Serhat Arvas

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir